Rss Feed
  1. Doğum Günüm Bugün

    10 Mayıs 2008 Cumartesi


    Doğum günleri ne de mutlu günlerdir değil mi? Bir önceki gün yüzümüzden düşen bin parçada olsa ertesi gün yani doğum günümüzde ağzımız kulaklarımıza varır. İçimiz kıpır kıpır olur, adrenalin salgılarız nedensizce. Aslında nedensiz de değildir hani. Çünkü bugün dünyaya gelişimizin yıldönümüdür. Ağlayarak başladığımız yolculuğa, yıldönümümüzde gülerek devam ederiz. Tüm dertleri, acıları, hüzünleri o gün ulaşamayacağımız en uzak rafa koyarız ve belki de gün boyunca tiyatral bir havaya bürünürüz. İşte özünde doğum günleri böyle geçer.
    Bugün bir yaş daha yaşlandık. Onca seneyi gözlerinin yaşına bakmaksızın ardımızda bıraktık ve hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam ediyoruz. Bugün, yani doğduğumuz gün düşünemeyiz maziyi. Eşyanın tabiatına aykırı bir fiil işlemiş oluruz dönüp arkamıza bakarsak. Hayaller kurmalı, ümitvar olmalıyız ümidimiz olmasa bile. Çünkü bugün dünyaya ağlayarak “merhaba” deyişimizin yıldönümü. Doğum günümüzü, nerede kutladığımız, kimlerle kutladığımız hiç ama hiç önemli değil. Bazen dalgakıranın en uç noktasındaki taşın üzerinde ufka dalmışken yakalar yeni yaşımız bizi, bazense farklı bir coğrafyada kararsızlığın eşiğinde olduğumuz bir anda! İşte mühim olan hazırlıklı olmaktır yeni yaş psikolojisine. “Her ne olursa olsun, o gün mutlu olmalıyım.” telkinleriyle günler öncesinden beynimize mesaj yollanmalıdır ki en güzel günümüz içimize akıttığımız bir zehir haline dönüşmesin.
    Her geçen yıl bir yaş daha yaşlanırız demiştik ya; yıllar geçer ve bu bir rutin halini alır. Artık anlamsızlaşmıştır doğum günleri. Bu günün diğer 364 günden ne farkı vardır ki, alelade bir gün işte, hem havada bulutlu! Bu heyecanı kaybettiyse insan, yaşama sevincini de alıp götürmüştür beraberinde. Hani evliliklerin klişelerinden “ Hep ilk günkü heyecanı yaşamak” olgusu vardır. İşte insan önce kendi içiyle evlidir ve havanın solunmasıyla ciğerlere dolan oksijenin “ınga,ıngaa” nidalarına çırpınışların eklenmesi sırasındaki heyecanını hiç kaybetmemelidir. Hayat futbola fena halde benzer. İlk düdükten son düdüğe kadar mücadele etmeli, geriye de düşsek, 1-0 yenik de başlasak kendimizden zerre kadar şüphemiz olmamalı.Herkes cennete gitmek ister, ama kimse ölmek istemez. İşte bir ikilem daha! İnsanlar bu dünyada kalıcı olmak isterler. Büyük adam olmak, dünyaca tanınan biri haline gelmek her insanoğlunun düşlerinde yatmaktadır. Önemli olan sosyal ağımızın ne kadar geniş olduğu değil aslında, esas olan bizim onlarda nasıl bir intiba bıraktığımız. Alıp başımızı uzaklara gittiğimizde, insanlara özlem çektiriyorsak eğer, “Ah, şimdi burada olsa da bir akıl danışsak” diyorlarsa arkamızdan işte o zaman biz kalıcı olmuşuzdur küre-i arzda. İster İtalya’ da, ister Almanya’da, isterse toprağın altında(!) olalım unutulmayacak insanlar olmuşuzdur bizler. Öyle ki hiçbir şey onların bizleri düşünmesini engelleyemez olmuştur. Boş kâğıtlara isimlerimizi yazarlar, of çekerler,uzak diyarlardaki bizlere hediyeler yollarlar, bakıp bakıp onları hatırlayacağımız. Yokluğumuzu bir eksiklik olarak görürler, elmanın dilimleri gibi hissetmektedirler birbirlerini
    Doğum ve ölüm! Birbirine çok uzak, çok yakın iki gerçek. Her geçen saniye birileri mutluluktan havalara uçarken adeta, birilerinin de gözpınarları kurumaktadır hiç durmamacasına ağlamaktan. Ey hayat! Şu üç günlük yalan dünyada, türlü türlü oyunlar oynuyorsun biz fanilere. Dünya işlerinin arasında kaybolmuşken ansızın kapımız çalınıyor gerisi herkesin malumu…
    Doğum günlerinde, tüm dertleri, acıları, hüzünleri o gün ulaşamayacağımız en uzak rafa koyarız ve belki de gün boyunca tiyatral bir havaya bürünürüz. İşte doğum günlerimizde hayatın tüm gerçeklerinden kendimizi soyutlar ve kendimizi tıpkı “Alice” misali Harikalar Diyarı’na alıp götürürüz. İşte mutluluk buradadır. Mutluluk bazen yağmurun altında doyasıya ıslanmaktır, bazen uykulu mahmur gözlerle yağmur damlacıklarının içinde yüzünün aksini görmektir, bazen bir damla sıcak çorbada da bulabiliriz mutluluğu ama mutluluk en çok da aynanın karşısındadır aslında!

    Yazarın notu: Bugün doğup da bu yazıyı okuma zahmetine girenler için geliyor:
    “… Doğum günün kutlu olsu, mutlu ol senelerce
    Sana boncuktan kuş yaptım, konacak pencerene.”

  • Uçurtmalar Özgürdür!

    2 Mayıs 2008 Cuma


    Uçurtmalar özgürdür. Onlar gökyüzünün maviliğinde alabildiklerine özgürdürler. Öyle ya karışanları yoktur onların. Yeryüzünde uçurtmanın ipini tutarak onu kontrol altına aldıklarını zannedenler ise büyük bir yanılgı içindedirler. Bir süre sonra, yani irtifa kazandıktan sonra uçurtma peşinden sürüklemeyi başarır insanları ve işte hikâyede burada başlar aslında.

    Şimdilerde, çocukluğumda alabildiğine yeşil bir alanda özgürlüğüne kavuşabilmek için alabildiğine asi olan bir uçurtmanın peşinden koşamamanın, aynı zamanda da etrafa manasız gülücükler savuramamanın vermiş olduğu eksikliği hissediyorum içimde bir yerlerde. Çocukken uçurtmaları sadece izleyebilmiştim, ta ki gözden kaybolana kadar. Neler vermezdim ki o uçurtmaya hayallerimi bağlayıp gökyüzünde yükselişine eşlik etmek için. Mesela çok sevdiğim legolarımdan vazgeçebilirdim. “Baba legodan uçurtma olur mu?” bu soruyu yöneltmiştim sıcak bir bahar günü. Babam cevap vermemeyi yeğlemişti soruma. Legolar uçamazlardı, çok geçmeden bu gerçeği öğrenmiştim; ama hayallerim özgürdü tıpkı uçurtmalar gibi. O halde hayallerim gökyüzünde yerlerini alabilirlerdi. Gökyüzünde gördüğüm en yüksekteki uçurtmayı seçerdim her daim ve o andaki hayalim neyse onu uçurtmayla birlikte salardım maviliğe.
    Şimdilerde büyüdüm-en azından çevremdekiler böyle söylüyor- ve hayallerimin bir kısmına kısmen ulaşmış durumdayım. Gözlerim hala uçurtmalarda. O küçük çocukların uçurtmalarını azlederken gözlerindeki ışığı görmek insana büyük bir heyecan veriyor. Zannediyorsunuz ki, o çocukta uçurtmayla birlikte havalanıyor, bambaşka diyarlarda seyahat ediyor.
    Bir uçurtma olsam, alıp başımı gitsem hayallerimle birlikte. İnsanların günlere anlamlar yükleyip her yıl o günü akıllarınca(!) kutlamadıkları, serbest piyasa ekonomisini “öcü” görenlerin olmadığı, ülkesinin daha iyiye gitmesini istemeyen bir işçi sınıfının yer almadığı, yediği kaba pisleyenlerin olmadığı bir yer var mı bildiğin? Ve yine, insanların tam anlamıyla birlik ve beraberlik- bu iki kelimenin içini boşaltmaya çalışanlara inat- içinde yaşadığı, bireysel özgürlüklerin özgürce(!) yaşanabildiği, kahramanlık öykülerinin yalnızca “Battal Gazi” hikâyelerinden ibaret olduğu, “tek bayrak, tek millet, tek devlet” ilkesini düstur edinenlerin yer aldığı bir yer var mı bildiğin? Ey, uçurtma! Ne olur biliyorsan götür beni o diyara, götür ve kurtar, korku ve gerilim üzerinden oyun oynayanların elinden!

  •